Sn. Anastasiades, sanırım biz aynı ülkede, aynı coğrafyada, ama çok farklı boyutlarda yaşıyoruz.
Sizler tarafından sürekli suçlanan taraf Türk tarafı olmaktadır, ancak icraatlara baktığımızda mantığın koptuğu noktada duran sizsiniz.
Bu biraz tuhaf değil mi?
Örneğin Türkiye’yi Kıbrıs’ta işgalci olmakla suçluyorsunuz.
Kendinizce haklı olabilirsiniz.
Ama hikayenin bir de bizim tarafta olan özeti vardır, bir zahmet bir de benden dinleyin derim.
1974’de henüz ufak bir çocuktum.
Lefke’deydik.
Lefke ile annemin köyü Elye arasında her gidiş gelişimizde, topu topu on kilometrelik bir güzergahta, en az dört Rum barikatında durdurulup, yoklanırdık, herşey didik didik edilirdi, çantalar yerlere dökülürdü, içinde ne var ne yoksa tekrar yerden toplardık, çantalara koyardık, yola devam ederdik, az sonra diğer barikata geldiğimizde bu rezalet yeniden devam ederdi.
Barikatlardaki Rumlar erkek, kadın, çocuk demeden herkesi aynı muameleye tutardı.
Sonra 1974 geldi, bir gece ansızın yataklarımızı bile zangır zangır titreten top gümbürtüleriyle yataklarımızdan fırladık, herkes sokağa fırladı, herkes korkuyla birbirine ne olduğunu soruyordu.
Olan basitti, Lefke’nin doğusundaki tepelere yerleşmiş Rum askerleri Lefke’ye yağmur gibi havan ve top mermisi yağdırıyordu.
Uzaklardan rastgele makineli tüfek ateşi de açılıyordu, mermiler sağa sola rastgele düşüyordu.
Baktık ki havan ateşi bölge bölge kaydırılarak devam ediyor, evlerimizden çıkıp tek tek evlerde toplanmaya başladık, baktık o da çözüm değil, havan ve top mermileri onların da yakınına düşüyor, evlerden çıkıp, çoğunlukla doğu-güneydoğudan gelen atışlara siper olabilecek binaların arkalarına saklanmaya başladık.
Bu atışlardan birinden kılpayı kurtulduk, mermilerden biri tam köşesine geçtiğimiz binanın duvarına vurdu ve basıncı bizi yere yapıştırdı, neyse ki duvarın kenarı bizi korudu, bütün şarapneller ayak ucumuza vurdu.
Aynı anda ikinci bir havan mermisi 20 metre ilerdeki binanın damına vurdu, yattığımız yerden biraz yüksekte olduğu için şarapneller açı olarak aşağıya doğru gelmedi, başımızın üzerinden geçti, ama bir tanesi kucağında bir yaşındaki kardeşimle ayağa kalkmaya çalışan annemi şakağından sıyırdı, şarapnelin basıncından şoka uğradı, donuklaştı, bir süre dünya ile irtibatı kesildi, kendine gelemedi.
Neyse ki sadece sıyırmıştı, ama bir santim daha içeri gelseydi, kafatasını boydan boya parçalayıp geçecekti ve kaos içinde hiç kimse de müdahale edemeyecekti, muhtemelen orada ölecekti.
Üzerimize bombalar düşerken yanımızda tek bir erişkin erkek bile yoktu, sadece teyzem, annem ve biz çocuklar vardık.
Bu olaydan dakikalar sonra Lefke polis karakolu önüne geldiğimizde bu sefer yine doğudan atılan bir top mermisi vınlayarak geldi ve top topu beş-altı metre yanımızda duvara çakıldı, patlamadı.
Patlasaydı şimdi ben bu satırları yazıyor olmayacaktım.
Araya araya babamı bulduk ve top ve havan atışlarından etkilenmeyen bahçelere inmeye karar verdik.
Dere yatağına yakın bahçeler içinde ilerlerken birden küçük bir açıklığa denk geldik, orada sadece küçük fidanlar vardı, daha açıklığa birkaç adım girmiştik ki doğu tarafından makineli tüfek ateşine tutulduk.
Hedefte olan bir aile idi, bir adam, bir kadın ve üç küçük çocuk!
Mermiler dört bir tarafımızda sekti, durdu.
Neyse ki herhangi bir isabet almadan oradan kaçıp, ağaçların arasına saklanabildik.
Kısa süre sonra Lefke düştü, Rum askerleri Lefke’ye girdi, erkeklerin saklanmamaları, ortaya çıkıp teslim olmaları istendi, aksi takdirde saklananların yakalanmaları durumunda aileleriyle birlikte infaz edilecekleri anonsu yapıldı.
Biraz yıkanıp temizlenmek için kısa süreliğine bahçelerden eve döndük, ben pencereyi açıp da anons edilen nedir diye iyice duymaya çalışırken karşı tepedeki jipten, ki üzerinde aldatma maksatlı bir Türk bayrağı asılıydı, bir anda üzerime yağmur gibi kurşun yağdırıldı.
Mermiler pencerenin kenarlarına çarptı, yandaki kapıdan içeri girdi, annem ucu ucuna yetiştirip beni pencereden çekip aldı, o sırada sokağa çıkmış olan komşulardan birinin kızı kalçasından vuruldu, kız ikiye büküldü, yere serildi.
Annem dışarı koşup onu çeke çeke evin yan duvarının arkasına aldı, bu arada yolun içinde can pazarı devam ediyordu, yolun içinde tümü de kadın ve kız çocuğu olan insanların üzerine yağmur gibi mermi sıkılıyor, mermiler yoldan ve bizim evin duvarından sekiyordu, neyse ki başka biri vurulmadan herkes gizlendi.
Bu şiddet karşısında, bizim tüm ısrarlarımıza, ağlayıp sızlamalarımıza karşın, babam gidip teslim olmaya karar verdi.
Çamlıköy tarafında dozerlerle iki büyük katliam çukuru hazırlanmıştı bile, ama hem sağduyulu birkaç Rumun, hem de BM askerlerinin sağduyulu ve ısrarlı tutumları sayesinde katliam engellendi, sadece aralarında yakın akrabalarımızın da olduğu bir kısım yetişkin erkek esir alınıp, götürüldü.
Yunan askeri cuntası adada sadece darbe yapıp seçilmiş Cumhurbaşkanı Makarios’u devirmekle kalmamış, kendilerine karşı çıkan Rumları da katletmiş, onların aklına uyan bazı Rumlar da sistematik bir soykırım yarışına girmişlerdi.
Evet, Sn. Anastasides, Türkiye böylesi bir durumda müdahale etmeyecekti de ne yapacaktı sizce!
Adaya gelen Türk askerine karşı ateş açılmasaydı, muhtemelen tek bir mermi atılmadan, tek bir insan hayatını kaybetmeden Yunan cuntasının darbesi etkisiz hale getirilecekti, Kıbrıs Cumhuriyeti varlığına devam edecekti.
Türkiye böylesi bir kaotik ortamda ırkdaşlarını kurtarmak için yasal yetkilerini kullanarak müdahale etti diye suçlu sandalyesine mi oturtulmalıdır, Sn. Anastasiades?
Birileri günah keçisi ilan edilip de suçlu sandalyesine oturtulmadan önce, esas günahkarlar hesap vermelidir, Sn. Anastasiades…
Eğer bize, çocuklara, kadınlara ateş açan mahlukatlar savaş sırasında ölmüşlerse, hakettiklerini bulmuşlardır, eğer ölmemişlerse, muhtemelen bazıları halen bizimle birlikte yaşamaya devam ediyorlardır.
Ama, Sn. Anastasiades, biliyorum ki bu tür katiller ve mahlukatlar, iş zora girdiği zaman ilk kaçanlardır ve muhtemelen bize ölüm yağdıranların hepsi de Türkiye’nin müdahalesi başladığında ilk kaçanlar olmuşlardır.
Ve gelelim, sizinle bizim aramızdaki büyük farka, Sn. Anastasiades.
Savaştan sonra bizim okullarımızdaki tarih kitaplarında Yunan ulusunun yetiştirdiği Aristo, Sofokles, Eflatun, Heredot, Solon gibi tarihi isimleri okuduk, öğrendik biz, Sn. Anastasiades.
Dünya tarihinde pek çok ulus göçebe hayatı yaşarken Yunanlı düşünürlerin, mimarların, mühendislerin, sanatkarların şehir devletlerinde ne büyük işler başardıklarını, ne muhteşem eserler yarattıklarını öğrendik biz, Sn. Anastasiades.
Ve bütün bunları, daha birkaç sene önce bizi katletmeye çalışan bir ulusun tarihinin parçaları olarak öğrendik.
Ve açıkcası, şüpheye düştük…Antik tarihte dünyaya medeniyet tohumları saçan, modern medeniyetlerin temelini oluşturan bir ulusun torunları nasıl oluyor du da aynı zamanda en vahşi barbarlara, en vahşi katillere dönüşüp, akıl almaz bir nefretle düşman gördükleri bir başka ırkın, son bin yılda kader birliği yaptırkları bir ırkın kadınlarını, çocukları katlediyordu…
Yoksa, bütün mesele Küçük Asya hezimetinin unutulamaması mıydı!
Yunan ulusu dünyaya medeniyeti, sanatı tanıtırken, aynı zamanda Büyük İskender gibi savaş dehası askerlerle dünyayı fethe de girişiyordu, ve biz okuduğumuz tarihte, ulusları, ülkeleri sanki muhteşem bir film senaryosunda yazılmış gibi, ardı ardına fetheden, dize getiren o antik savaşçıların başarılarını hayranlıkla okuyorduk.
Yunan ulusu gerçekten de büyük adamlar, büyük savaşçılar çıkarmıştır, Sn. Anastasiades.
Bunu biz de, bütün dünya da kabul ediyor.
Ancak, Sn. Anastasiades, Yunan ulusu, ya da Helen ulusu, tarihin çöplüğünü boylayan, adını tarih sayfalarına kara harflerle yazdıran büyük barbarlar, büyük alçaklar, büyük beceriksizler ve büyük aptallar da çıkarmıştır.
Örneğin, Sn. Anastasiades, Birinci Dünya Savaşı sonunda bütün askeri gücünü o dönemin en güçlü emperyalistleri İngiltere, Fransa ve İtalya’ya borçlu olan, Amerika’nın da desteğini alan Yunanistan yöneticileri Helen ulusunun en büyük aptallarındandılar.
Çanakkale’de Atatürk gibi bir liderin önderliğinde savaşan Türk ulusuna dünyanın dört bir tarafından topladıkları yüzbinlerce askerleriyle, o günün en gelişmiş savaş makineleriyle saldırmalarına rağmen dize getiremeyen emperyalistler, savaş alanına eğitip donattıkları Yunan ordusunu sürmüşlerdi.
Bin yıldır Anadolu’yu vatanı belleyen Türk ulusu ile 500 yıl önceki Bizans hezimetinin intikamını alma arzusuyla yanıp tutuşan Yunan ordusunun çatışmasında elbette ki evini koruyanın, evini kaybederse gidecek başka yurdu olmayanın azmi galip gelecekti, Sn. Anastasiades.
Yunan ordusu Ege’yi geçip de Anadolu topraklarına çıktığında, yeni bir Truva savaşına gittiklerini sanıyorlardı, Sn. Anastasiades.
Ancak bu Truva, farklı bir Truva idi Sn. Anastasiades.
Bu Truva, koskoca bir Anadolu idi ve vatan toprağının her santimini savunacak bir savaşçısı vardı, Sn. Anastasiades.
Nitekim, Yunan ordusu kendisinden daha donanımlı ve güçlü olsa da, Atatürk’ün askeri dehası sayesinde Türk ordusu tam 8 gün ve 400 kilometre boyunca Yunan ordusunu Afyon’dan İzmir’e kadar kovalayarak denize döktü, Sn. Anastasiades.
Tarihi şan ve şerefle dolu bir ulus, yine kendisi gibi tarihi şan ve şerefle dolu bir başka ulus tarafından modern tarihin bilinen ilk yıldırım savaşıyla yenilgiye uğratılmıştı.
Yunan ordusunun komutanı İzmir’de bir taraftan eğlencelerle savaş yönetmeye çalışırken, Türk ordusunun komutanı Atatürk bizzat at sırtında harekatı yönetmekle uğraşıyordu, üstelik de kaburga kemikleri kırık olarak.
Sonuçta, Türk ordusu bir yıldırım harekatı başlatarak kendinden daha güçlü pozisyonda olan Yunan ordusunun en önemli mevzilerini harekatın ilk iki saati içinde çöktürdü, sonraki iki saati içinde kritik eşiği aştı, ve tüm Yunan cephesini birbiri ardına yıkıp geçmeye başladı.
İki ulusun ordularının çarpışmasında, bu büyüklükteki bir işgal ordusuna karşı bu hızda başarı sağlayan başka bir askeri harekatı o güne kadar tarih görmemişti, muhtemelen görmeyecektir de.
Arada bir fark vardı, biri saldırandı, öteki ise yurdunu savunandı.
Türk ordusu Yunan ordusunu kovalarken yüzlerce kilometre boyunca yaşanan çatışmalarda hayatını kaybeden Türk ve Yunan askerlerinin ölüleri günlerce düştükleri yerde kaldı, kimi kucak kucağaydı, kimi üst üsteydi.
Sonuç olarak, bildiğiniz gibi saldıran yenildi, savunan kazandı, Sn. Anastasiades.
Ancak Yunan ordusu yenilerek çekilirken, Sn. Anastasiades, Yunan ulusunun şan ve şerefine hiç de yakışmayacak bir şekilde sivilleri camilere doldurup doldurup yakarak, kaçarken önüne çıkanı kurşuna dizerek katletmekten de geri durmadı.
Yani, Sn. Anastasiades, Yunan ordusu yenilmeyi de beceremedi, yenilginin acısını masum sivillerden çıkardı.
Bütün bunlara rağmen, Yunan ordusunun artıkları denize döküldüğünde ve İzmir’de muzaffer Komutan Atatürk’ün ayaklarının dibine Yunan bayrağı serildiğinde ve üzerinden geçmesi istendiğinde, “Kaldırın o bayrağı ayak altından, o bayrak bir ulusun şerefidir” dedi, Sn. Anastasiades.
Atatürk, savaş alanında ölen tüm Yunan askerlerinin cesetlerini de kurda kuşa yem ettirmedi, hepsini tek tek bulundukları yerlerde kazılan mezarlara gömdürdü, hepsine de Hristiyan inancına göre cenaze töreni düzenletti, Sn. Anastasiades.
Esirlere de, Anadolu’da Türk halkına yaşattıkları tüm acılara rağmen, olabilecek en iyi şekilde muamele edildi, daha sonra hepsi de ülkelerine gönderildi, Sn. Anastasiades.
Ve, Atatürk, yerle bir ettiği Yunan ordusu kaçarken ve Yunan hükümet üyeleri hezimetin sorumlusu olarak kurşuna dizilirken, Anadolu anakarasının doğal uzantısı olan 12 adaları saldırıp da almadı, Sn. Anastasiades.
Savaştan çok kısa bir süre sonra Yunanistan ile iyi ilişkiler kurma yoluna gitti, savaşın bitiminden 7 yıl sonra, Yunan ulusuna tekrar samimi dostluk elini uzattı ve özel bir anlaşmayla isteyenlerin geriye evlerine dönebileceklerini söyledi.
Nitekim, onbinlercesi geri dönüp, İzmir’de, İstanbul’da topraklarına, mülklerine yerleştiler, hayatlarını 1960lı yıllara kadar normal vatandaşlar olarak sürdürdüler, ta ki Kıbrıs olayları yeni baştan başlayana kadar.
Atatürk, savaşçı bir liderdi, barışçı bir liderdi, muhteşem bir devlet adamıydı ve modern dünyada ülkesinin sınırlarını kendi vatandaşlarının kanıyla çizen dört ulustan birinin lideriydi, Sn. Anastasiades.
Hatırlatırım, Yunanistan ve pek çok emperyalist de devlet dahil, birçok ülkenin sınırlarını bu dünyanın en güçlü emperyalist devletleri çizdi.
Bu dünyada kendi ülke sınırlarını kendisi belirleyen dört ülke vardır; ABD, Rusya, Çin ve Atatürk’ün liderliğinde bir kurtuluş savaşı verilerek kurulan Türkiye!
Sn. Anastasiades, Atatürk gibi gelmiş geçmiş dünya tarihinin en büyük iki liderinden biri olan bir liderin anısını ders kitaplarından söküp atmaya çalışmak, en basit tabirle, acizlik göstergesidir.
Diğeri, antik tarihte bilinen dünyayı fetheden İskender’dir, ya da Alexander’dir, Sn. Anastasiades.
Ve ne tesadüftür ki, bu iki büyük savaşçının ikisi de Makedonya’dan çıkmıştır.
Atatürk’ü ders kitaplarından çıkarıp da yerine Küçük Asya felaketinin sorumlusu olarak kurşuna dizilen Gunaris’i mi koymayı tercih ederdiniz acaba, Sn. Anastasiades?
Ve, Sn. Anastasiades, size son bir hatırlatmada bulunayım.
Ölümsüzleşenler bir daha öldürülemez, Sn. Anastasiades.
Atatürk artık ölümsüzleşmiş bir liderdir ve dünya üzerinde insanlık var oldukça, ölümsüz bir lider olarak da kalacaktır.
Tarihin ölümsüzleştirdiği liderler arasında hiçbir lider kendi ülkesini sıfırdan yaratmamıştır.
Atatürk Türk ulusunun başına geçtiğinde, Sn. Anastasiades, bir zamanlar adına Osmanlı imparatorluğu denen devletten geriye sadece küller kalmıştı, sıkılacak bir sıkımlık canı bile kalmamıştı.
Padişahı emperyalistlerin önünde el pençe divan durmuş, kasası bomboş, ordusu dağıtılmış, insanı aç ve sefil durumdayken Yunanistan dahil, zamanın tüm emperyalistleri her köşesine çöreklenmişti.
Atatürk, Sn. Anastasiades, işte böyle bir zamanda, yerle bir olmuş bir ulusu ayağa kaldırdı, ülkesindeki tüm emperyalistleri ve işgalcileri dışarı attı, ülkesinin sınırlarını ölen vatandaşlarının kanlarıyla santimine kadar yeniden çizdi.
Biz kitaplarımızda Aristo’yu, Sokrates’i, Heredot’u, İskender’i okurken, siz tarihin ölümsüzleştirdiği, asaleti ve onurlu duruşu tüm dünyanın takdirini toplamış bir lideri ders kitaplarınızdan çıkarsanız ne yazar, Sn. Anastasiades!
Sn. Anastasiades, acizlik çok kolaydır, zor olan asalettir, insanlıktır!
Sizin mantığınıza göre, Rumların sıktığı kurşunların, attığı bombaların hedefi olan ben, hayatımdan Rum kavramını tamamen çıkarmalıyım, Rum-Yunan varlığını hatırlatan herşeyi yırtıp atmalıyım, hatta fırsat bulursam, yüz yıl önce Yunan ordusunun Anadolu’da yaptığı gibi, Kıbrıs’tan tüm Helen varlığını da silip süpürmeye kalkışmalıyım, çünkü 46 yıl önce Kıbrıs’taki Helen varlığı bana bunu yapmaya çalışıyordu ve eline fırsat geçerse bir daha yapmayacağının da garantisi yoktur!
Öyle değil mi, Sn. Anastasiades, 46 yıl önce bana kurşun sıkanlar, yağmur gibi bomba yağdıranlar, fırsat bulurlarsa aynısını bugün benim çocuğuma da yapmazlar mı!!!
Baksanıza, Atatürk gibi anısının önünde tüm dünyanın eğildiği ölümsüz bir liderin, Yunan ulusunu yendikten sonra onu yerden kaldırıp dostluk elini uzatacak kadar asil ve onurlu olan bir liderin ders kitaplarında görünmesine bile tahammülünüz yok!
Rüzgar ekeceğim derken fırtınalarda biçilirseniz, boşuna günah keçisi aramayın, aynaya her bakışınızda fırtınanın sorumlusu size bakıyordur…
Atatürk’ün ruhu ise hala akıllanmadınız diye sadece gülümsüyordur.
Bizim sizin tarihinize saygımız olduğu kadar, sizin de bizim tarihimize saygınız olursa, inanın birçok sorun kendiliğinden çözülmüş olur, bin yıllık atavistik kavga da biter.
Yeter ki, niyet olsun!
Atatürk’ün size 90 yıl önce uzattığı dostluk elini bir kez daha tutma şansınız var, değerlendirin.
Değerlendirmezseniz, o el size bir kez daha zor uzanır, demedi demeyin!
GÜNCEL
27 Kasım 2024GENEL
27 Kasım 2024KIBRIS
27 Kasım 2024GÜNDEM
27 Kasım 20243. SAYFA
27 Kasım 20243. SAYFA
27 Kasım 20243. SAYFA
27 Kasım 2024