O muhteşem destan
25 Ağustos 1922 gecesi gecenin serinliği vadileri, ovaları, siperleri yalarken Türk ve Yunan hatlarında tam bir sessizlik hakimdi.
İngiliz, Fransız, Amerikan, İtalyan, hatta Japon savaş gemileri bile sessizlik içindeki İstanbul Boğazı’nda demirliydiler.
Bugünün de süper güçleri olan o zamanın da süper güçlerinin askerleri ve donanmalarına bağlı savaş gemileri Anadolu’nun dört bir tarafında konuşlanmışlar, kuş uçurtmuyorlardı.
Bunları arkasına alan Yunanistan ise Anadolu’yu işgale girişmiş ve Atatürk önderliğinde oluşturulan milli güçlerle şiddetli çarpışmalar yaşanıyordu ama son aylarda her tarafta bir durgunluk vardı, nitekim 25 Ağustos 1922 akşamı da bunlardan biriydi.
Aylarca süren ama sonra durgunlaşan çatışmalarda her iki tarafın da kayıpları vardı, ancak askeri bakımdan gerek personel gücü, gerekse malzeme bakımından çok daha zayıf olan Türk kuvvetleri Yunan saldırılarını durdurmalarına rağmen işgali bitirecek bir başarı sağlayamıyorlardı.
Her kafadan bir ses çıkıyor, umutsuzluğa düşenler, İsmet İnönü dahil, kurtuluş bu süper güçlerden birinin veya birilerinin mandasına girmekte buluyorlardı.
Ancak emperyalizmin işgalini durdurmayı başarabilen milli güçlerin son bir gayretle onları ülkeden kovacağına inanan Mustafa Kemal Atatürk milli meclisi ikna ederek, emperyalizmin uşakları ve padişahcıların karşı çıkışlarına rağmen ülke safında son bir seferberlik daha başlattı.
Seferberlik bittiğinde Türk güçleri gerek personel, gerekse teçhizat bakımından hem karada hem de havada Yunan güçlerinden halen daha yetersiz pozisyondaydılar.
Yunan güçleri Ankara yakınlarında en az yüz kilometrelik bir hattı 200 bin cıvarında askerle tutuyorlardı ve çok iyi tahkim edilmiş mevzilerdeydiler.
Öyle ki, İngiliz subaylar bu hatları denetlerken Yunan ordusunun iki katı gücünde bir ordunun saldırısına bile bu hatların altı ay boyunca dayanabileceğini iddia etmişlerdi.
Türk tarafının toplam askeri gücü Yunan gücünün en az 20 bin altında kalıyordu, dahası, Yunan hatlarına karşı girişilecek bir harekata dahil edilebilecek asker sayısı da Yunan güçlerinin yarısı kadar ancak vardı, gerisi ise cephe gerisini tutmak ve gerektiğinde öncü birliklere destek için ayrılmıştı.
Yunan tarafı ve onları destekleyen emperyalistler Türklerin kapana kısılmış bir şekilde beklerken iyice zora gireceklerini, zamanın Türklerin ve Mustafa Kemal Paşa’nın aleyhine işlediğini, dolayısıyla er ya da geç milli mücadelecilerin ya pes edeceğini, ya da ani bir saldırıyla yenilgiye uğratılacağını hesaplıyorlardı.
Emperyalizmin uşağı olan hainler de milli mücadeleyi içerden vurmak için ellerinden geleni yapıyorlar, emperyalistlere tavla teslim olan padişahın etrafında kenetlenmenin ve emperyalistlerden birinin mandasına girmenin tek kurtuluş olacağını, milli mücadelecilerin yenileceğini ve sonlarının ölüm olduğu propagandasını yayıyorlardı.
Lakin, insanlık tarihinde defalarca yıkılmasına rağmen tekrar ayağa kalkmasını bilen Türk ulusunun ruhundaki gücü ve metaneti hesaplayamadılar.
O ruh Mustafa Kemal’in önderliğinde ayağa kalktı, yedisinden yetmişine varını yoğunu ortaya koydu, kocaları askere giden gencecik anneler kucaklarında çocukları, sırtlarında mermilerle, kağnılarında bombalarla yollara düştüler, okul çağındaki çocuklar ellerine silah alarak milli mücadele saflarına katıldılar, köylüler tarlalarındaki sabanı bırakıp atlarına atladılar, askere katılmak için Ankara yollarına düştüler, yatalak olan nineler bile doğrulup yataklarında oturdular, askere giyecek çorap, fanila örmeye başladılar, evlerdeki erzaklar nerdeyse son zerresine kadar toplanıp Ankara’ya gönderildi, hiç kimse zerre zırnık saklamıyor, beşikteki çocukların rızkı bile askerlerin ihtiyaçları için veriliyordu.
Sakarya’da Yunan güçlerini durduran ama son derece yıpranan, yokoluş noktasına gelen ulus Atatürk’ün liderliğinde var gücüyle yedisinden yetmişine yeniden bir ordu oluşturuyor ve son savaş için hazırlanıyordu.
Ülke içindeki emperyalist uşağı hainlerin karşı propagandasına ve padişaha sadık kalınması çağrılarına rağmen onbinlerce vatansever Anadolu’nun dört bir tarafından akın akın Ankara yollarına düşerek Mustafa Kemal Paşa’nın yanında son savaşa katılmak üzere Ankara’ya geliyorlardı.
Doğu bölgelerindeki askeri birlikler de batıya doğru kaydırılarak, son savaş için hazırlıklara başlanmıştı, vatanseverler ise işgal altındaki bölgelerde, özellikle de İstanbul’da işgal güçlerinin cephaneliklerini, silah depolarını soyuyor, ele geçen mühimmat ve teçhizatı Ankara’ya kaçırıyorlardı.
Rusya’dan gelen askeri ve parasal destek de Karadeniz tarafından Anadolu’ya geçiriliyordu.
Diğer taraftan, ne yaparsa yapsın, Atatürk’ün emperyalizmin o devasa gücü karşısında eninde sonunda pes edeceğini düşünen Yunan kuvvetlerinin Başkomutanı Georgios Hacıanestis (kısa adıyla Yorgo Hacıanestis) keyfi yerinde bir şekilde askercilik oynamak, kendi askerlerine karşı komutanlık taslamakla meşgüldü.
26 Ağustos’ta başlayacak Büyük Taaruz öncesi, Atatürk ve kurmaylarının hedef şaşırtmak için Çankaya’da bir balo düzenleyeceği yalanına kanan Hacıanestis, Atatürk’ün ve yanındakilerin rehavete kapıldığını sanarak 25 Ağustos gecesi İzmir’de Yunan ordusunun kurmaylarıyla düzenlediği baloda keyfine keyif katıyordu.
Atatürk ve kurmayları ise Ankara’dan çoktan hareket etmişler, 25 Ağustos’u 26 Ağustos’a bağlayan gece Afyon Kocatepe’de, Afyon-Eskişehir cephe hattındaki son kontrollerini yapıyorlar, Yunan ordusunun en güçlü savunma hatlarının ilk saldırı anında nasıl geçileceğini, Yunan hatlarında gediklerin nasıl açılacağını hesaplıyorlardı.
Yunan uçaklarının cephe hattını kontrol ettiği son vakitten sonra gece karanlığı çöker çökmez ellerindeki silahlarına sımsıkı sarılmış 100 bin Mehmetçik, o saate kadar düşmanın görüşünün dışında kalarak saklandıkları mevzilerden çıkarak, 200 bin cıvarında Yunan askeri tarafından tutulan Yunan hatlarının en kritik noktalarına doğru yaklaşık yüz kilometrelik bir hat boyunca hızlı ve sessiz bir şekilde yaklaşma harekatına başladı.
26 Ağustos sabahının alacakaranlığında Atatürk’ün emriyle ilk top atışları Yunan hatlarına doğru düşmeye başladığında ve Mehmetçikler Yunan hatlarına doğru var güçleriyle saldırıya geçtiklerinde General Hacıanestis ve kurmayları akşamki baloyu daha yeni bitirmiş, yataklarına girmek üzereydiler.
Emperyalizmin komutanlarının altı ayda geçilemez dedikleri Yunan hatları ve mevzilerinin en kritik olanları daha ikinci saatte yerle bir edilmişler, Mehmetçikler Yunan tahkimatlarını yıkıp geçmişler, yerle bir etmişler, Yunan hatlarında gedikler açılmış, Yunan hatlarının arasındaki bağlantılar kesilmiş, Türk süvarileri özellikle Eskişehir’deki Yunan kuvvetleri ile ön cephedeki Yunan kuvvetlerinin hem iletişim hem de ana destek hatlarını kesmiş, sonraki iki saatte ise Yunan hatlarının genelinde tam bir çöküş başlatmışlardı.
Gafil avlanan Yunan kuvvetleri direnmeye çalışmış, ancak saldırının şiddeti karşısında afallamışlar, hemen tüm cephe boyunca siperlere girilmiş, göğüs göğüse çarpışmalar başlamış, siperlerde Türk ve Yunan ölüleri üst üste yığılmaya başlamıştı.
Saldırının şiddetiyle afallayarak geri çekilmek zorunda kalan Yunan ordusu tam bir bozguna uğramış ve kontrolsüz bir şekilde geri çekilmeye başlamıştı, her iki taraf da ölü ve yaralılarını olduğu yerde bırakıyor, Türkler kaçan düşmanı kovalamaya odaklanıyor, Yunanlılar ise can derdine düşmüş vaziyette kaçıyorlardı.
Silahlı personel ve silah bakımından kendisinden yaklaşık iki kat daha güçlü bir orduya ani bir baskınla saldıran Mehmetçiğin saldırısı o kadar şiddetli oldu ki şehit düşen her bir Mehmetçiğe karşı en az beş Yunan askeri hayatını kaybediyordu.
26 Ağustos sabahı başlayan, iki ulus arasında son yüzyıllarda yaşanan, hızı ve sonucu bakımından eşi benzeri olmayan, en kesin şekilde sonuçlanan bir yıldırım harekatına dönüşmüş, boyutları bakımından da tam bir meydan savaş olan ve ilk saatleri yakın tarihin gördüğü en kanlı göğüs göğüse muharebelerle geçen bu savaşın daha ilk iki saatinde sonucu ve kaderi belli olmuştu.
Her ikisi de dünya tarihine savaşlardaki başarılarıyla adını yazdırmış olan iki ulusun orduları birbiriyle acımasız bir savaşa tutuşmuştu.
Ancak aralarında bir fark vardı, biri ötekinin toprağında işgalciydi, işgal sebepleri tamamen duygusaldı, emperyalizmin maşası durumundaydı….Diğeri ise vatan bildiği toprağı savunuyordu, arkasında ailesi, sevdikleri, vatanı vardı, kaçacak başka yeri yoktu, ya vatanını ve ulusunu kurtaracaktı, ya da bu uğurda ölecekti ve Türk ulusunun her bir ferdi bu savaşa katılırken ölümü de kesinkes göze almıştı.
Böyle bir durumda, işgalci Yunan ordusunun yenilgisi kaçınılmazdı, sadece zaman meselesiydi, ancak süreç beklenenden çok daha hızlı ve amansız bir şekilde işledi.
26 Ağustos’dan sonraki süreçte, sırt çantasında sadece kuru ekmek ve matarasında içebileceği bir yudum su olan Mehmetçik, tarihte yine eşi benzeri bulunmayan bir hızla, kendisinden iki kat güçlü bir orduya karşı çarpışa çarpışa günde yaklaşık 50 kilometre mesafe alarak düşmanı denize doğru sürmüş, onbinlercesini telef etmiş, yine onbinlercesini esir almış, gerisini de 9 Eylül’de İzmir’den denize dökmüştür.
O günün şartlarında aç, susuz ve yaya olarak, toplamda sayısı 200 bini biraz aşan düzenli bir orduya karşı tam olarak yarısı kadar bir güçle saldırıya geçmek, hemen tümü göğüs göğüse olacak şekilde çarpışa çarpışa günde 50 kilometrelik bir mesafeyi aşmak, bugünün en elit ve en üst düzeyde eğitilmiş komando birliklerinin bile başarmakta çok zorlanacağı, hatta başaramayacağı bir iştir.
İşte bu yüzden, bu muhteşem destanın dünya tarihinde eşi benzeri pek yoktur.
Bir yıldırım harekatıyla tüm Yunan hatlarının birkaç saat içinde yıkıldığını gören muhterem Yunan Başkomutanı Hacıanestis 28 Ağustos’ta tası tarağı toplayıp, Yunanistan’a kaçtı.
Apar topar yerine atanan Nikolaos Trikopis ise Yunan kuvvetleri komutanlığına atandığını öğrenemeden Kütahya Karacahisar’daki karargahına yıldırım gibi giren Türk askerine 5 bin askeri ve 300 subayıyla birlikte fazla direnemeden esir düştü.
Dünya tarihi bu muhteşem kurtuluş savaşı destanını altın sayfalarına yazarken ve Osmanlı’nın küllerinden Türkiye Cumhuriyeti yükselirken, tıpkı emperyalizmin kuklası padişahın düşman gemisine atlayıp kaçtığı gibi, sıkıyı görünce palas pandıras Yunanistan’a kaçan General Hacıanestis ise, Yunan tarihine Küçük Asya felaketi olarak geçen bu hezimetin sorumlularından biri olarak, o dönemde Yunan hükümetinin başında olan Başbakan Gunaris ve dört bakanı ile birlikte 22 Kasım 1922’de idama mahkum edildi ve 15 Kasım 1922’de kurşuna dizildi.
Trikopis’i de yargılanmaktan ve kurşuna dizilmekten kurtaran, Atina’da olanları haber alan Atatürk’ün Trikopis’i Yunan tarafına teslim etmeyerek, ortalık yatışana kadar Ankara’da misafir etmesi olmuştur.
Ülkesini ve ulusunu işgale gelen, yenilgiye uğradığında kaçarken bile elinden gelen her fırsatı değerlendirerek taş taş üstünde bırakmayan, önüne çıkan tüm Türk sivilleri katleden bir düşmanın komutanına karşı böylesine bir merhamet gösteren Atatürk’e, aksi durumda aynı düşman tarafından aynı merhametin gösterilmeyeceği apaçıkken, dünya tarihi savaş meydanında hem muzaffer, hem onurlu, hem de asil olunabileceğini Atatürk’ten ve Türk ulusundan bir kez daha öğrenmiş oldu…
Kaderin bir cilvesi olarak, General Hacıanestis’i ve Başbakan Gunaris ile diğer bakanları aşağılama olsun diye sandalyeye ters bağlatıp, kurşuna dizdiren ise, Anadolu’daki Yunan kuvvetlerinde görev yapmış, Afyon’da görev yaptığı sırada Hacıanestis tarafından aşağılanmış, hezimetten sonra kaçarak geldiği Atina’daki askeri darbeye ön ayak olan ve Gunaris hükümetini askeri mahkemede yargılatıp, idama mahkum edilmelerini sağlayan Albay Nikolaos Plastiras olmuştur.
Anadolu hezimeti olmasaydı hayatını sıradan bir asker olarak sürdürecek olan Plastiras, daha sonraları üç kez de Yunanistan’ın başbakanı olarak görev yapmıştır.
Trikopis ise kendisini esir alan, ama yine kendi darbeci hükümeti tarafından Küçük Asya felaketi sorumlularından biri olarak katledilmesini engelleyen ve hayatını kurtarmak için elinden geleni de yapan Atatürk’ün cenazesinde iki gözü iki çeşme ağlamıştır.
Dünya tarihinde kendi ulusunun çabalarıyla, kanıyla, canıyla kendi sınırlarını çizen dört ülkeden (diğer üçü Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve Çin) biri olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun o muhteşem destanının kısaca özeti, işte budur…
Böylesine muhteşem bir destanla bir ülkeyi, bir ulusu yeni baştan yaratan o kahramanların hatırası önünde saygıyla eğilmek, bizlere bıraktıkları mirası sonsuza dek korumak, bizim, çocuklarımızın ve gelecekteki torunlarımızın en büyük görevi olmalıdır.